9.26.2008

Japon düşünürden sevgi üzerine


“Sevgi üç türlüdür!”
Birincinin adi “Eğer” türü sevgi!
Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adi takmış yazar. Örnekler veriyor: Eğer iyi olursan baban, annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim. Eğer es olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim. Toyotome “En çok rastlanan sevgi türü budur” diyor. Bir şarta bağlı sevgi..Karşılık bekleyen sevgi.. “Sevenin, istediği bir şeyin sağlanması karşılığı olarak vaat edilen bir sevgi türüdür bu” diyor yazar.. “Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır.”Yazara göre evliliklerin pek çoğu “Eğer” türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor. Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil, hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve beklentilere giriyorlar. Beklentiler gerçekleşmediğinde, düş kırıklıkları başlıyor. Sevgi giderek nefrete dönüşüyor. En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile “Eğer” türüne rastlanıyor. Yazar bir örnek veriyor. Bir genç Tokyo Üniversitesi giriş sınavlarını kazanarak babasını mutlu etmek için, çok çalışıyor. Okul dışında hazırlama kurslarına da gidiyor. Ama basarîli olamıyor. Babasının yüzüne bakacak hali yok. Üzüntüsünü hafifletmek için bir haftalığına Hakone kaplıcalarına gidiyor. Eve döndüğünde babası öfkeyle “Sınavları kazanamadın. Bir de utanmadan Hakone’ye gittin” diye bağırıyor. Delikanlı “Ama baba, vaktiyle sen de bir ara kendini iyi hissetmediğinde Hakone kaplıcalarına gittiğini anlatmıştın” diyor. Baba daha çok kızarak, delikanlıyı tokatlıyor. Çocuk da intihar ediyor.”Gazeteler intiharın anlık bir sinir krizi sonucu olduğunu söylediler, yanılıyorlardı” diyor yazar. “Delikanlı babasının kendisine olan sevgisinin yüksek düzeydeki beklentilerine bağlı olduğunu anlamıştı! “İnsanlar “Eğer” türü sevginin üstünde bir sevgi arayışı içindeler aslında.”Bu sevginin varlığını ve nerede aranması gerektiğini bilmek, bu genç adamın yaptığı gibi, yasamı sürdürmekle, ondan vazgeçmek arasında bir tercih yapmakla karşı karşıya kaldığımızda önemli rol oynayabilir” diyor, Masumi Toyotome. İlginç değil mi?..
ÇÜNKÜ türü sevgi
Sonra da devam ediyor yazar, çünkü türü sevgi. Toyotome bu tür sevgiyi söyle tarif ediyor:”Bu tür sevgide kişi, bir şey olduğu, bir şeye sahip olduğu ya da bir şey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır.” Örnek mi?..”Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin. (Yakışıklısın!)” “Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki..” “Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki..” “Seni seviyorum. Çünkü beni üstü açık arabanla, o kadar romantik yerlere götürüyorsun ki.”Yazar, Çünkü türü sevginin, Eğer türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor. Eğer türü sevgi, bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz, hoş bir şeydir, egomuzu okşar. Bu tür, olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır. Ama derin düşünürseniz, bu türün, “Eğer” türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı ki, bu tür sevgi de, yükler getirir insana. İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artik ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yasama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer. Ailenin en küçük kızı yeni doğan bebeğe içerler. Sınıfın en güzel kızı, yeni gelen kıza içerler. Üstü açık BMW’si ile hava atan delikanlı, Ferrari ile gelene içerler. Evli kadın kocasının genç ve güzel sekreterine içerler.”O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi?” diye soruyor, Toyotome. “Çünkü türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz” diyor. Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var. Birincisi. “Acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz?” korkusu. Tüm insanların iki yani vardır. Biri dışa gösterdikleri. Öteki yalnızca kendilerinin bildiği.. “İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terk ederlerse” korkusu buradan doğar. İkincisi de. “Ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmez olurlarsa.” endişesidir. Japonya’da bir temizleyicide çalışan dünya güzeli kızın yüzü patlayan kazanla parçalanmış. Yüzü fena halde çirkinleşince, nişanlısı nişanı bozup onu terk etmiş. Daha acısı. Aynı kentte oturan anne ve babası, hastaneye ziyarete bile gelmemişler, artik çirkin olan kızlarını. Sahip olduğu sevgi, sahip olduğu güzellik temeli üstüne bina edilmiş olduğundan bir günde yok olmuş. Güzellik kalmayınca sevgi de kalmamış. Kız birkaç ay sonra kahrından ölmüş. Japon yazar “Toplumlardaki sevgilerin çoğu ‘Çünkü’ türündendir ve bu tür sevgi, kalıcılığı konusunda insani hep kuşkuya düşürür” diyor. Peki, o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne? “Ve iste sevgilerin en gerçeği yolda!
Rağmen türü sevgi
Üçüncü tür sevgi benim ‘Rağmen’ diye adlandırdığım türdür” diyor yazar. Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında birsek beklenmediği için eğer” türü sevgiden farklı bu. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için “Çünkü” türü sevgi de değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan “Bir şey olduğu için” değil, Bir şey olmasına rağmen” sevilir. Güzelliğe bakar mısınız? Rağmen sevgi. Esmeralda, Qusimodo’yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına “rağmen” sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda’ya Çingene olmasına “rağmen” tapar! “kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insani olabilir. Bunlara ‘rağmen’ sevilebilir. Tabii bu sevgiyle karsılaşması şartı ile.”Burada insanin, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine “rağmen” olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor. Japon yazar “Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur” diyor. “Farkında olsanız da, olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, basarî ya da ünden daha önemlidir.” Bunun böyle olduğundan nasıl emin? Hakli olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor. “Su soruma cevap verin” diyor. “Kalbinizin derinliklerinde, dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz, yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, basarî ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz? Kendi kendinize ‘Yasamamın ne yararı var’ diye sormaz mıydınız?” Devam ediyor Toyotome. “Su anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün. Dünya birden bire basınızın üstüne çökmez miydi? O an yasam size anlamsız gelmez miydi?” “Diyelim sıradan bir yaşamınız var. Günlük yaşıyorsunuz. Günün birinde gerçek, derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa, kalan hayatınızı nasıl yasardınız?” diye soruyor ve yanıtlıyor: “Böyleleri ya iyice umutsuzluğa kapılıp intihar ediyorlar ya da iyice dağıtıp yasayan ölü haline geliyorlar.” Toyotome, hem de nasıl iddialı savunuyor “Rağmen” sevgiyi. “Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni ‘Rağmen’ türü sevgiyi şu anda yasamanız ya da Birgen bu sevgiyi bulacağınıza inancınızdır.”Son sözlerinde biraz umutsuz, Toyotome. “Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var. Kimsede başkasına verecek fazlası yok” diye açıklıyor. Anlatıyor. “Yakınımızda olan birinin bu sevgiyi bize vermesini bekleriz. Ama o da ayni şeyi başkasından beklemektedir.” Peki, bu dünyada sevgi ne kadar var? Yazara göre, açlığımızı biraz bastıracak kadar. Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi. Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve tevsik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz. Hani nerede? Hepsi o. Ve asıl çarpıcı cümle en sonda.
“Dünyadaki en büyük kıtlık,
‘rağmen’ türü sevginin yeterince olmayışıdır!”

Mahatma Gandhi`nin duasi

Tanrım!Güçlülerin yüzüne gerçeği söylemek içinve zayıfların alkışını ve sevgisini kazanmak içinve yalan söylememek için bana yardım et.Eğer bana para verirsen mutluluğumu almave eğer bana güçler verirsen muhakeme yeteneğimi çıkarma.Eğer başarı verirsen alçak gönüllüğü çıkarma.Eğer bana alçak gönüllüğü verirsen saygınlığımı çıkarma.Görünenin diğer yüzünü tanımama yardım et.Benim düşüncelerime katılmıyor diye bana karşı olanları hainlikle suçlayarak,onların karşısında suçlu duruma düşmeme izin verme.Kendimi sever gibi diğerlerini de sevmeyive diğerlerini yargılıyormuş gibi kendimi de yargılamayı öğret bana.Başarılı olduğum zaman sarhoşluğuma izin verme.Nede başarısız olursam olayım, umutsuzluğa düşmeme izin verme.Daha ziyade, başarısızlığı başarının öncesindeki bir deneme olduğunu hatırlamamı sağla.Hoşgörünün, güçlerin en büyüğü olduğunuve intikam arzusunun zayıflığın ilk görünüşü olduğunu öğret bana.Eğer paradan yoksun bırakırsan, bana umudu bırak.Ve eğer beni başarıdan yoksun bırakırsan,başarısızlığı yenebilmek için irade gücünü bırak bana .Eğer beni sağlık bağışından yoksun bırakırsan, inancın lütfunu bana bırak.Eğer insanlara zarar verirsem, özür dileme gücünü ver bana .Ve eğer insanlar bana zarar verirse, affetme ve merhamet gücünü ver bana.Tanrım! Eğer ben seni unutursam sen beni unutma."

İstikbal göklerdedir

" 196 yolcusuyla 14 Ağustos Perşembe günü saat 15:25 sıralarında İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan Nijerya’nın başkenti Lagos’a gitmek için havalanan Türk Hava Yolları’nın TK1123 sefer sayılı Airbus 310-300 tipi uçağı, Nijerya hava sahasında rotasında ilerlerken yerel saatle saat 22:00 da uçağın navigasyon ve haberleşme sistemleri bir anda devre dışı kaldı. Bunun üzerine yön bulma ve haberleşme sistemlerinden mahrum kalan kaptan pilot, sahili takip edip Togo, Benin veya Gana’da ki havalimanlarından birine görerek inmek için batı doğrultusunda uçağın rotasını çevirdi. Havada uzun süre tur atan uçağın kaptan pilotu, görerek inebileceği havalimanı aradı. Bu sırada Togo’nun başkenti Lome Havalimanı’nda kalkış için son hazırlıkları yapan bir Air France uçağının pilotu THY uçağının tur attığını görerek olayı Lome Havalimanı Kontrol Kulesi’ne bildirdi.

THY’nin kaptan pilotu uçağı görerek yaklaşma yöntemiyle pisti bir kez pas geçti. Pilot yön bulmaya yarayan sistemlerin ve telsizin devre dışı kalmasına rağmen ikinci denemede görerek Lome Havalimanı’na indi. İnişin sorunsuz olması nedeniyle yolcu ve mürettebatın korku dolu anları da son buldu. Navigasyon ve haberleşme sistemleri devre dışı kalan uçağın teknik arızası daha sonra uçakta bulunan teknisyen tarafından giderildi."

9.22.2008

Tezahurat buyrun,muhterem

1940’lardan ya da bilemedik 1950’lerden bir Fenerbahce tribunu resmi.Gunumuz sartlarini ele alarak, resme soylece ustunkoru bir bakmak, “Ne futbol maci mirim? Adeta bir acik hava tiyatro resitali” dedirtebilir insana. Zira elbise konusunda yuksek bir standart var. Pardesusu olmayan iceri alinmiyor ve fotr sapka bir zorunluluk olmasa da adab-i muaserettenmis havasi var. Hep beraber bir giyim magazasina gidilmis, oradan cikista maca gelinmis gibi.Resimde sadece iki tane bayan var. Bir tanesi en sag ust kosede, kendi soluna dogru bakan kivircik, uzun sacli bir sahis. Digeri de sagindaki Zekeriya Beyaz’a benzeyen abimizin hemen yanindaki gozluklu hanimefendi. Resim cekilirken objektife gulenler, istifini bozmayanlar, kasilanlar girla bir tribun. Tam da Nebil Ozgenturk’un “O anlar…”ina gidecek bir resim aslinda ama program yetmez bu resmi anlatmaya. Her noktasi, insani “Ben ayri hikayeyim” diye bagiriyor.En ilginci ise karenin icindeki cocuklar aslinda. En onde, demirlere yaslanmis olani “buyumus de geri kuculmemis” kivaminda. Pardesu kemeri belini iyice dugumlemis. Kulaklar fora… Onun hemen iki uzerindeki kucuk arkadas “Ya Fotr Sapka, Ya Hic” kuralini kapsonla bozmus. Resim mesim umurunda degil, ya karsi tribunu ya da sahayi kesiyor.Sol kenar ortada, bekci kasketi gibi bir baslikla ucuncu cocuk. Boyu yetmeyecek sanip, yukari dogru gerilmis. “Ne ayak lan bu fotografci?” dermis gibi.O yillara dair bildiklerimiz, naifligin “Atesli Taraftar” olmaya engel olmadigini anlatir bize. Hem de naifligi elden birakmadan ama en uc orneklerle. Simdi boyle “Kis ayinda balo yolunda” gibi duzgun gozuken insanlarin, mac baslayinca sevdalarini en siddetli sekilde gostermelerini canli izlemek ilginc olurdu.Simdinin kombineli, karton saksakli, poset cekirdekli, surekli cep telefonu mesajli sozde taraftar ozde seyircilerini; bu abilerin yanina koyup, “Kendi takiminizi bile yuhluyorsunuz. Yarim asir onceki bu abilerinizin yarisi olamadiniz” diyip, islak odunla girismek gerek.

Cehennemde iki devre

Acıklı, yürek burkan ama aynı zamanda insanın gururunu okşayan bir hikaye. 1941 yılından. Futbolda kazanma duygusunun insanın kendi hayatını bile gözardı edebileceği bir gerçek olduğunun hikayesi.1941 yılında Alman ordusu Kiev'i işgal ettiğinde Dinamo Kiev takımının oyuncuları Kiev Fırınında çalışmaya başlıyorlar. Bunun üzerine Almanlar, Sovyet (Ukraynalı) oyunculara Zenith Stadı'nda antrenman yapabileceklerini bildiriyor ve Alman ordu takımıyla bir maç yapmalarını öneriyorlar. Kiev'liler takımlarının ismini "Start" koyarak 2 Haziran 1942 tarihinde Almanların karşısına çıkıyorlar. İlk yarıyı 2-1 önde kapattıklarında, bir Alman üst düzey subayı soyunma odasına inerek Ukraynalılara ikinci yarı kazanmamalarını emrediyor ve uymamaları halinde kurşuna dizilecekleri tehditini savuruyor. Start ikinci yarıya çıkıyor, tehditlere ve emirlere kulak asmayıp 2 gol daha atıyor ve maçı 4-1 kazanıyor. Almanların kiev'den sorumlu subayı Yüzbaşı General Eberhardt stadı terkediyor. Almanlar 17 Temmuz'da daha güçlü bir takımla Ukraynalıların önüne çıkıyor. 6-0 mağlup oluyorlar. Bunun üzerine daha da çıldıran Alman ordusu, Almanya'nın o zamanlar yenilmez ve en güçlü takımı olan Luftwaffe Flakelf'i Kiev'e davet ediyor. Start onları da 5-1'le dümdüz ediyor. Bunun üzerine Naiz ordusu Kiev'li oyunculara yenilmeleri için son bir şans veriyor. Üç gün sonra 9 Ağustos'ta maç bir daha oynanıyor, Ukraynalı gurur sahibi oyuncular Almanları yine dümdüz ediyor. Bunun üzerine Alman gizli polis teşkilatı "Gestapo" oyuncuların hepsini tutukluyor ve işkenceye tabi tutuyor. Takımın oyuncularından Mykola Korotkykh işkence sırasında hayatını kaybediyor. Geri kalanlar onbinlerce yahudinin katledildiği "Babi Yar" esir kampına gönderiliyor. 1943'te kampta çıkan isyan olaylarında Ivan Kuzmenko, Oleksey Klymenko kaleci Mykola Trusevich gibi oyuncular da hayatını kaybediyor. Takımdan sadece Makar Honcharenko, Fedir Tyutchev ve Mikhail Sviridovskiy bu katliamdan kurtuluyor. Kiev'de bugün bu oyuncular için bir anıt bulunuyor. Ayrıca "Két félidő a pokolban" (Cehennemde İki Devre) ve "Escape To Victory" (Zafere Kaçış) filmlerine de ilham kaynağı oluyor.Hep duyarız ya bazı futbolcuların ağzından "üzerimizde çok baskı vardı, zor maç olacak, biz de en az taraftarlar kadar üzüldük" diye. Yukarıdaki hikayeyi okusalar acaba ne hissederler diye düşünmüyor değil insan.

2025'te görüşmek üzere


Yıl 1985,sonradan "Sir" unvanını alacak Bob Geldof öncülüğünde Duran Duran, George Michael, Dire Straits, Sting, Elton John, Led Zeppelin ve Quenn’in aralarında bulunduğu(ki Elton John Quenn’i geceyi çalmakla suçlayacaktır) sanatçı topluluğu Etiyopya'daki açlar için bir araya gelmiş ve İngiltere, Amerika’da eş zamanlı bir dizi konserler vererek "Live Aid" organizasyonunu gerçekleştirmişti.Hatta bu organizasyonda 76-77-78 doğumluların çocukluk hayali olarak hatırlayacakları Stevie Wonder görüntüleri ile “We are the world” şarkısı çalardı.Yıl 2005. yine başrolünü Bob Geldof’un oynadığı Philadelphia, Berlin, Londra, Paris ve Moskova'da düzenlenen "Live 8" konserlerinin katılımcıları da kendini usul usul dinleten Anti-aging Madonna, Keane, Sting, Dido, Bon Jovi, Craig David ve insan üstü Hyde Park performansı ile Robbie Williams. Konserin amacı Edinburgh’ta toplanacak G-8 zirvesindeki gelişmiş 8 ülkenin dikkatini Live 8 organizasyonu ile fakirliğe çekebilmekti.Yani 20 yıl boyunca değişen tek şey Bob Geldof ve Sting dışında sanatçılar olmuş.Bu gidişle de aynı nedenle 2025’te de görüşürsek şaşırmayalım.Bu konserlerin varlığı dünyadaki fakirliğin azalmadan devam ettiğinin bir kanıtı adeta.Neyse efendim gelelim giriş,gelişme ve sonuç bölümlerinin sonucuna; Aslında aradan geçen 20 yılı, bir zamanlar Doğu’nun yıkılmaz kalesi Moskova'da live sahnesinde boy gösteren Pet Shop Boys'un itirafı güzel özetlemiş Go West!!!

Douche and Turd


Hillary Clinton başkanlık yarışında Demokrat Parti adaylığından çekildi ve Barack Obama'yı destekleyeceğini açıkladı. Demokrat Parti'nin kozu da belli oldu böylece. Ha ABD'yi anladım ama Türkiye'nin ve dünyanın geri kalanının bu yarışı kendi meselelerinin önünde tutmasını anlayamıyorum. Tamam küreselleşme artık dünyanın öbür ucunda olan bir gelişmenin çok uzak diyarlara etki etmesine sebep oluyor burası kesin. Sierra Leone'deki bataklıklarda elmas arayan 5 yaşındaki çocuğun ayağına takılan kömür parçası Türkiye'deki altın piyasasını, Suudi Arabistan'daki petrol arama istasyonundaki işçinin performansı, E-5 karayolundaki araç sahiplerinin cebini etkiliyor bu açık.Ama şu da çok açık. ABD artık bir Leviathan canavarı. Onu besledik büyüttük ve durduramayız (bu bambaşka bir yazı konusu). O başkanlığa bırakın siyahi bir insanı Bono'yu ya da Michael Moore'u getirseniz o bombalar yine Orta Doğu'ya yağacak veya Kyoto Protokolu yine imzalanmayacak. ABD'nin üzerinde oturduğu dinamikler, yönetimdeki insanı bazı şeyleri yapmasını engelliyor. Dolayısıyla en çok barış sloganı atacağını düşündüğümüz insan bile oraya geldiğinde olduğu insandan faklı davranmak zorunda. Bir ABD başkanı gibi. Bu dediklerimden ABD'nin dünya politikasını savunduğum gibi bir düşünce çıkarılmasın kesinlikle zaten blogu takip edenler de anlamıştır. Benim anlatmak istediğim siyasi konjonktörün bazı iyimser düşünceleri çıkar hamlelerine dönüştürdüğü ve bundan siyahi bir başkanın bile kaçamayacağı. Dolayısı ile bütün ABD başkanlık yarışları aynen South Park'ta belirtildiği gibi "bok sandviçi" ile "ahmak" arasında geçer. Yani al birini vur ötekine. Stan Marsh: I think voting is great. I just didn't care this time because it was between a giant douche and a turd sandwich.PETA member: But Stan, don't you know, it's always between a giant douche and a turd sandwich. Nearly every election since the beginning of time has been between some douche and some turd. They're the only people who suck up enough to make it that far in politics.

Hakikaten ''goodbye'' LENIN

Şampiyonlar Ligi finali öncesi Moskova yolculuğu ve taraftarların şehre varışı sırasında çekilmiş görüntüler. Son zamanlarda şu yukarıdaki kadar enfes fotoğraf az gördüm. Üzerine bir kitap yazılabilir bu resim hakkında. Bolşevik devriminin mimarı Vladimir Ilyich Lenin'in iki yanında kapitalizm denen olgunun spordaki en büyük 2 ürününün arması. O 2 armanın değeri milyar poundlarla ölçülüyor. Ortalarında da Lenin....Diyorum ya üzerine kitap yazılır diye. Bu heykel ile ilgili yeni nesil Rus gençlerinin bir şakası vardır. "Lenin yıllardır orada otostop çekiyor ama artık kimse durmuyor" derler. O zaman da o durmayan yeni neslin milyaderi gidip İngiliz sosyetesinin takımını alıp, orak çekiçin üstüne Chelski yazdırıyor işte.
İki yaşlı Rus yolda karşılaşmışlar. Birisi diğerine demiş ki:

—Bak komünizm hakkında söylenen her şey yalanmış.
Öbürü de şöyle cevap vermiş:
Evet yoldaş, ama daha da kötüsü kapitalizm hakkında söylenen her şey doğruymuş.

9.20.2008

Pepsis

Ömer Hayyam "bu dünyanın sırlarına eremezsin" der bir dörtlüğünde. Doğa bunun en büyük kanıtlarındandır. Daha önce bal porsuğundan bahsettik bu manada blogda. Pepsis arısı denen resimdeki yaratık da mangal yürekligillerin önde gelenlerindendir. Zira hepimizin görmeye bile dayanamadığı, sabah kalktığımızda yatağımızda görsek hayatımızın film şeridi gibi gözümüzün önünden geçeceği, aslında 100 kat daha fazla büyük olduğumuz tarantula denen canavar, bu ufak tefek hayvanın karşısında raid yemiş hamamböceğine döner. Evet pepsis arısı tüm dünyanın en tanınmış ve en zehirli hayvanlarından olan tarantulanın avcısıdır. Dost meclisinde hayvan arkadaşlarına "ben tarantula avlıyorum" dese alay konusu olur, kahveden kovarlar. Ama vahşi doğa böyledir işte. Yetişkinleri ancak 5 cm boyuna ulaşabilen pepsis arısının 7 mm uzunluğunda bir iğnesi vardır. Ama işte o kibrit çöpü kadar boyuyla boyu 15-30 cm arasında değişen tarantulayı nakavt eder. Pepsis arısı 7 mm çapındaki iğnesini tarantulaya saplayarak onu felç eder. Onu öldürmez ama paralize hale getirir ve canlı tutar. Böylece hücreleri yaşayacaktır. Daha sonra da yumurtalarını tarantulanın vücuduna bırakır. Tarantulanın üzerinde yumurtadan çıkan larvalar ölmemiş dev örümceğin hücreleri ile beslenirler. İnsanın kanını donduran bir ölüm tarzı. Bir nevi hayvanlar aleminin Hannibal Lecter'ıdır. Videoyu izleyince ne demek istediğimi anlayacaksınız. Şu kibrit çöpü hayvan kadar olamadık ya, neyleyim ben bunca yıllık evrimi. Suya geri dönüyorum ben.Pepsis arısının tarantulayı felç eden bu iğnesi dünya üzerindeki hayvanların zehirli iğneleri arasındaki sıralamada ikinci sıradadır (birinci sıra kurşunla aynı acıyı veren "kurşun karıncası" olarak da bilinen "Paraponera"nın iğnesi) ve bu iğne bir insana battığında çığlık atmak, bağırmak, karşı koymak da dahil bütün eylemleri devre dışı bırakacak şekilde paralize etkisi yaratmaktadır. Bu yüzden de pepsis arısı diğer hayvanlar için çok tercih edilen bir yemek değildir. Onu yemek olarak kabul edebilen de çizgi filmlerden aşina olduğumuz "roadrunner" kuşudur.


9.19.2008




Kitap tavsiyesi. Şahsi kanaatime göre yaşayan en büyük yazarlardan birisi olan, 79 yaşındaki siyasi aktivist ve dilbilimci Noam Chomsky'nin enfes 2 kitabı. Aslında kitapların bir anda hayata bakışınızı değiştirmesi ve sizi başka bir insan yapması zordur. Özellikle de kurgu bir öykü olmayıp dünya üzerinde olup bitenlerle ilgili olanların. Ama Chomsky genelde eserleri ile bunu başarmış bir adamdır. Onun dünya siyaset konjonktörü ve medyanın kitleleri kontrol etmesi konusunda yaptığı enfes saptamaları bugün dünya siyasetiyle veya yerel siyaseyle ilgilenen herkesin başucunda olması gereken bilgiler. Genelde kitaplarının hepsi benim için bir şaheser değerindedir ama özellikle bu üçünü bir kenara ayırıyorum. "Amerikan Müdahaleciliği", "Yeni Dünya Düzeni: Eskisi Yenisi" ve "Medya Denetimi".

İlki soğuk savaş sonrası ABD ve Avrupa'nın yeni siyasi yapısı ile Uzak Doğu'nun güçlerinin katılmasıyla günümüze kadar gelen siyasi çekişmenin temellerini ve ardındaki dinamikleri açıklarken ikincisi bu dinamiklerin dünyanın süper gücü tarafından nasıl manipüle aracı olarak kulanıldığını gözler önüne seriyor. Üçüncü kitap ise bugün artık yasama-yürütme ve yargı ile birlikte dördüncü erk olan medyanın kontrolünün kitleleri yönlendirme ve gündemi hatta bizzat tarihi oluşturma konusundaki rolüne değiniyor. Bu üç kitabı ardından da Samuel Huntington'dan "Medeniyetler Çatışması"nı da okuyunca şöyle bir silkinip kendinize geliyorsunuz zaten. Chomsky dünya üzerinde üstü örtülmeye çalışılan ama aslında gözümüzün önünde cereyan eden bütün "bulaşılmaması istenen" konuları ve çağın tüm "big brother" aktörlerini ifşa ediyor. Üstelik bunu yaparken de ağır bir dil değil, tamamen sizi içine alan bir anlatım tutturuyor (bir dilbilimciden zaten bu beklenirdi). Okunulası, saklanılası ve nesillerden nesile aktarılası evladiyelik 3 eser. Chomsky'nin bazı makalelerine buradan ulaşılabilir. Ondan bir metin ile bitirelim."Doktriner gerçekler vatandaşların beyinlerine zorla sokulmalıdır. Bu iş yapılırken dur-durak bilinmemelidir, sürekli olarak gayret sarfedilmelidir. Bu suretle elde edeceğiniz kazanç, yaptıklarınızın halk tarafından onaylanması ile sınırlı kalmaz. Aynı zamanda benzeri tatsızlıkların tekrarı halinde şiddete başvurma hakkını size verir. Dünyanın herhangi bir yerinde varılan siyasi anlaşmalara işinize gelmiyor olması halinde müdahele hakkını müktesep hak olarak elinizde tutabilirsiniz. Bu anlaşmaları işlemez hale getirmek için şiddet kullanma hakkınızın var olduğuna vatandaşlarınızı inandırmakta güçlük çekmezsiniz. Düşmanı pazarlık masasına oturtmanın ancak güç kullanımı ile mümkün olabileceği yolundaki bir argümanı biricik tarihi gerçek olarak beyinlere kazıyabilirsiniz, Böylece işinizi bir hayli kolaylaştırmış olursunuz. İlerde vukuu muhtemel tatsızlıklar için yararlanılacak olan dersleri şimdiden hazırlamak tarih mühendislerinin görevlerinden biridir."

Tabloyu gözünüzde canlandırın. Sevgilinizden ayrılmışsınız, birayla başlayıp, votkayla devam etmişsiniz, dışarıda ağır bir yağmur yağıyor, yapacağınız şey basit. İngiliz doom grubu Anathema'nın en son piyasaya sürdüğü "Hindsight" albümünü alıp dinlemeye başlıyorsunuz. İlk şarkının 3. dakikasında ya kendinize gelirsiniz ya da intihar mektubunu yazmaya başlarsınız. Böyle bir albüm Hindsight. Aslında içinde şarkıların ismi açısından yeni bir şey yok (biri dışında). Sadece bildiğimiz Anathema şarkılarının akustik (zaman zama nda yarı akustik) versiyonları. Anathema'nın en başarılı şarkılarından "Fragile Dreams" ile başlıyor albüm. "Today, I've introduced myself to my old feelings" bölümüyle zaten nasıl bir albüm geldiğini anlıyorsunuz. İlginçtir bu tür albümlerin değerinin sürekli bir kasvet ve bunalım karakterinde olan insanlar tarafından değil de aslında hayattan zevk alan insanlar tarafından değerinin anlaşıldığına inanırım ben. Öbürüne Iron Maiden'ın Running Free'si dinletsen bile ondan bir karamsarlık kapar. Halbuki bu albümü sakin kafayla, hatta yolculukta dinlemek lazım. Evet çok ağır sindirilen ama aynı oranda dinlendirici bir albüm. Mutlaka edinin derim...ve melankoli

Somehow I knew you would leave me this way Somehow I knew you could never, never stay And in the early morning light After a silent peaceful night You took my heart away And my being

Karmacode

Haftayı 2 albüm tavsiyesiyle kapatalım. Birincisi İtalya'dan. Lacuna Coil gotik metal akımının İtalya'dan çıkan en iddialı ismi. Genelde bu daldaki grupların müzikal altyapıları birbirine çok benzer. O yüzden de özgün bir albüme ulaşmak çok zordur. Grubun şu ana kadar piyasaya sürülmüş son stüdyo albümü "Karmacode" bu genellemenin dışında kalan bir albüm. İlginç ölçüde bir çok albümden ve gruptan etkilenilerek yapıldığı söylenen albüm, bana sorarsanız taşıdığı ortadoğu ezgileri, yetenekli vokal Cristina Scabbia'nın yine ortadoğu esintileri taşıyan vokal tekniğive dini bir çok motifiyle çağdaşı birçok grubun albümünden ayrılıyor. Onu çekici kılan aşağı yukarı bütün şarkılarn belli bir kalitenin üzerinde olmasıyla beraber "Fragile", "Within Me", "Closer", "Fragments Of Faith" gibi ağır topları ve enfes bir "Enjoy The Silence" coverı var. Albüm ilk çıktığında Evanescence'in medyatik pozisyonu sebebiyle ondan çok daha önce kurulmuş olan gruplar makus bir kadere razı olmuşlar ve yaptıkları her albümün Evanescence ile karşılaştırılmasından kaçamamışlardır. Lacuna Coil'in Karmacode albümü de böyle oldu. Ama tüm dünyada 495.000 gibi bir satış rakamına ulaşan albümü, bu türün özgün örneklerinden birisine ulaşmak istiyorsanız kaçırmayın derim.

Sen insan mısın?

Yukarıdaki başlık son zamanlarda Türk futbol izleyicisinin yeni deyimi. Genelde rakip takım oyuncusu bir futbolcuya sert müdahalede bulunduğunda veya seyir güzelliği üst düzey bir gol atıldığında kullanılıyor. "Gerrard sen insan mısın?", "Materazzi sen insan mısın?", "Messi sen insan mısın?" gibi....Neyseki artık dünyada bunu resmen sorabileceğimiz bir adma var. Michael Phelps. Soruyorum. "Phelps sen insan mısın?"..Bende önce de soran çok oldu bugünlerde. Genel kanı. Hayır. İnsan değil Phelps. En azından sizin benim gibi değil.
Bir bakalım. Normal bir insanın iki elini vücudunun iki yanında açtığında, iki elinin arasındaki uzunluk 2 metreyi buluyor. Bu normal olarak insanın boyuna eşittir. Phelps'in boyu 1,93. Yani 8 cmlik bir fazlalığı var. Hadi bunu kabul edelim o kadar olur diyerek. Phelps'in kaburgasının en alt kemiği ile kalça kemiği arasındaki uzunluk normal bir insanınkinden 10 cm daha fazla. Normal bir insanın günde alması gereken kalori 3500-3600 civarında iken Phelps sadece kahvaltıda 7000 kalori alıyor. Kahvaltısı 2 kızarmış ekmek, haşlanmış yumurta, peynirli salata, domates, mayonez, 2 çift sosis, 1 omlet, 3 tost ve çikolatalı pancakeden oluşuyor. Normal yüzücülerin kanındaki laktik asit oranı bir yarış sonrası 10-15 milimol arasında değişiyor. Phelps'de bu rakam 5 milimol. Bu onun herhangi bir yarıştan sadece 30 dakika sonra vücudunun yeni bir yarışa hazır hale gelmesini sağlıyor. Bacakları normal bir insanın yüzmesi sırasında bacaklarının vücutla oluşturduğu açıdan 15 derece daha büyük bir açıyla esneyebiliyor. 7 yaşından beri havuzda. 10 yaşından önce haftada en az 5 saatini suda geçirirken bu 10 yaşından sonra giderek artıyor. Makine mi balık mı olduğu hakkında ilginç makaleler yazılmaya başlandı. Kimileri de ona insan evriminin tekrar geriye, yani suya doğru gidişinin başlangıcı olduğunu söylüyorlar. Bugün kazandığı altın madalyalar ile toplamda 11 sayısına ulaştı ve tüm zamanların en çok olimpiyat altın madalyası kazanan sporcusu oldu. Şimdi tek bir rekora daha gözünü dikti. 5'te 5 gidiyor. Eğer 8'de 8 yaparsa 1972 yılında Münih Olimpiyatları'nda 7'de 7 altın madalya kazanan Amerikalı vatandaşı Mark Spitz'in rekorunu da kıracak. Sıkı durun. Bu adam 23 yaşında. Sadece 23. Ha tabi sonda belirteyim. Bu adamı rakipleri bitirmek istiyorsa, tek yapacakları iş var.1 hafta Galatasaray kampına göndersinler. Nice pehlivanları bitirdi o kamp 2 haftada sakatlar kervanına katılır. Bu "sakatlar kervanı" lafına da takmış durumdayım. Kervan. Sanırsınız Kewell'la, Linderoth İpek Yolu belgeseli çekiyorlar. Kervan nedir yahu? Şuna sakatlandı diyin.

9.18.2008

Kanarya Ejderhaya karşı


Futbol kadar üzerinde argo deyimle "geyik" yapılabilecek ne olabilir? Sevdalıları ve meraklıları hiç sıkılmadan saatlerce futbol üzerine konuşabilirler. Topu topu 90 dakikalık bir maç hakkında birkaç 90 dakika nefes almadan konuşabilir ya da konuşulanları dinleyebilirsiniz.
Biz de Porto'da öyle yapıyoruz.
Futbol, bir yanıyla da günlük yaşamın "sevimsiz gerçekleri"nden tutku dolu ve mutlu bir "kaçış" sayılabilir mi acaba?
Porto'da kahvaltı masasında yanı başımda oturan "hasta Fenerbahçeli" (hasta olmasa bugün, bu saatte Porto'da ne işi olabilirdi zaten) emekli vali, Salazar'ın "Portekiz'i on yıllarca 3 F ile idare ettim; futbol, fado, fiesta" sözünü hatırlatıyor.
Ne ilginç, Portekiz'i yaklaşık 40 yıl, 1932'den 1968'deki ölümüne, hatta 1974'te "Estado Nova" (Yeni Devlet) adlı rejimi bir "devrim"le yıkılana dek ölümünden sonra altı yıl daha yönetmiş sayılan diktatörün ülkesindeyiz ve futbol nedeniyle oradayız.
Emekli ve hasta Fenerbahçeli valinin hatırlatmasına itiraz ediyorum. Salazar'ın bu sözüne özellikle bizim gençlik yıllarımızda benim de içinde aktif biçimde yer aldığım Marksist solcu çevrelerde futbola "kitlelerin afyonu" muamelesi yapılır, ona olumsuz bir anlam yüklenirdi. O yıllarda da futbolun "sadece futbol olmadığını" biliyor değildim ama bir tür önseziyle futbolun "kitlelerin afyonu" gibi aşağılamayı hak etmeyecek cazibesinin farkında, tutkulu bir futbol (ve Fenerbahçe) sevdalısıydım.
"Futbol da kökeni ilk çağlara giden ‘şenlik' yani fiesta da buraya Portekiz'e ait müziği fadoyu dinlemek de insanlara mutluluk veriyor. İnsan mutluluğu niçin afyon sayılsın ve diktatörlüklerin bir yönetim biçimi olsun ki? Hem en ileri futbol ülkelerinin -tümü değilse de- birçoğunun demokrasilerle yönetilen, gelişmiş, zengin ülkeler olduğu gerçeğini nereye koyacağız?"
Kaldı ki, Salazar, "istikrar" ve "ekonomik gelişme"ye öncelik vererek "otoriter" bir rejimle Portekiz'i onlarca yıl yönetti ama bir "faşist diktatör" olduğu hayli su götürürdü. Koyu bir Katolik muhafazakâr, bir monarşistti. İkinci Dünya Savaşı'nda Almanya ve İtalya ile saf tutmadı. Tıpkı, İsmet İnönü gibi tarafsız kaldı. 1949'da Portekiz, NATO'nun kurucu ülkelerinden oldu. Sovyetler Birliği'ne şiddetle karşıydı. Ülkesinde komünistlere göz açtırmadı ama faşist partiyi de kapattı.
Porto'da Portekiz yakın tarihine biraz dalınca, bizde bugünkü AK Parti ile Salazar arasında çarpıcı ortak "genetik-kültürel" özelliklerin farkına varıyorum.
En iyisi burada durayım. Bunlar karmaşık ve tartışma gerektiren konular. Beni Porto'ya getiren "sevda"ma geri döneyim...
***
"Acaba" diye soruyorum kendi kendime, "Portekiz'deki 3 F'den Türkiye'de olmayan hüzünlü Portekiz müziği fadoyu düşürsek ve yerine Fenerbahçe'yi ikame etsek; Türkiye'yi 3 F ile yönetmek fena mı olurdu yani?"
Futbol, fiesta ve Fenerbahçe!
Son ikisi, fiesta ve Fenerbahçe zaten eşanlamlı gibi. Fenerbahçe bir şenlik hali çünkü.
Dedim ya, "futbol geyiği"ne girdik mi, bitmez. Kendine özgü bir doğası olan çok zevkli bir şey. Belki de futbol kadar "eşitlikçi" hiçbir başka alan yok. Futbol; sosyal sınıf, gelir, etnisite, din-mezhep gibi tüm farklılıkları yatay kesen ve kendinde eşitleyen bir yapısından ötürü yerkürenin her yerinde en sevilen konu olmalı.
Öyle ki, futbol ve tuttukları takım söz konusu olunca, işçisinden işverenine, devlet adamından kapıcısına, generalinden küçük esnafına kadar binlerce, yüz binlerce, milyonlarca ukala "teknik direktör" var. Ukalalık bile sayılmaz. Takım tertibinden oyun düzenine, maç taktiğine kadar, her konuda her birey kendisinde bu konuda fikir yürütmek ve eleştiri yapmak için bir "doğal yetki ve hak" görür.
İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanı'ndan Fenerbahçe futbol takımını Porto'ya götürecek uçağa adımımı attığımda, gözüme, uçağın ilk sırasında sol koridor koltuğunda oturan Fenerbahçe'nin Teknik Direktörü Luis Aragones ilişti. Üç ay önce İspanya'yı 44 yıllık bir aradan sonra Avrupa şampiyonu yaparak, ismini futbol tarihine geçiren tüm dünyada ün kazanan hoca.
Tüm ömrü oyunculuk ve son olarak Avrupa şampiyonluğu ile taçlanan teknik direktörlük kariyeriyle geçmiş 70 yaşındaki futbol adamı, önüne defterini açmış Fenerbahçe-Porto maçının kadro ve oyun planları üzerinde çalışıyordu. Aragones'in çalışmaları 5 saate yaklaşan uçak yolculuğu ve Porto'da geçen her dakikada devam etti. Ben bu yazıyı yazmak amacıyla otel odama çıkarken Aragones, Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım ile otel lobisinin bir köşesinde oturmuş, elinde kâğıt-kalem yine aynı konuda kafa yoruyordu.
Ne gam. Türkiye'de ve dünyanın herhangi bir köşesinde Fenerbahçeli ve Fenerbahçeli olmayan milyonlarca kişi, Porto maçı ve oynanacak nice maçın ardından onu "teknik açı"dan eleştirmeye hazırdı.
Futbolun bu acımasız ama eşitlikçi hoş yanına Porto'da bulunan Fenerbahçeli bir üst düzey kamu yöneticisi ironiyle işaret etti: "Bizim evdeki hizmetçi, camı doğru dürüst silmiyor. Yani işini doğru dürüst yapmıyor ama hocayı (Aragones) takım tertibi ve taktik konusunda yerden yere vuruyor!"
***
Fenerbahçe, Avrupa Şampiyonlar Ligi'ndeki yani dünya futbolunun "elit sınıfı"nda yarışan Türkiye'nin tek takımı. O nerede, biz ("ben de" demek istedim) oradayız. Şimdi de Porto'da.
Os Tripeiros'un şehrinde. Douro Nehri'nin Atlantik Okyanusu'na açılan ağzına kurulu ve 1996'dan bu yana UNESCO tarafından "Dünya Kültür Mirası" olarak koruma altına alınan ortaçağ mimarisini aynen koruyan bu güzel Kuzey Portekiz şehrinin simge yiyeceği işkembe. Evet, "Tripas a Moda do Porto" (Porto usulü işkembe) olarak bilinen işkembe ve o nedenle Portolulara Os Tripeiros (işkembeciler) deniyormuş.
"İşkembeciler"in defalarca Avrupa, Süper Kupa ve kıtalararası futbol şampiyonluğu kazanmış takımları F.C. Porto'nun lakabı ise "Ejderhalar". Bir mimari sanat eseri olarak övündükleri gerçekten güzel stadyumlarının adı ise Estadio do Dragao (Ejderha Stadyumu).
Bizdeki Şükrü Saracoğlu, ne kadar itici bir isim ise Porto'daki o kadar çekici. Ve bizim "Kanaryalar", buradaki "Ejderhalar" karşısında.
Porto, başkent Lizbon'la oldum olası rakip ve ondan hiç hazzetmiyor. Kendisini Portekiz'in ekonomik merkezi sayan Porto'da bir yaygın deyiş var: "Porto çalışır, Braga dua eder, Coimbra araştırır, Lizbon parayı cebine indirir." Türkiye'de İstanbul ilk üçünü birden üstlenebilir. Lizbon yerine Ankara sözcüğünü yerleştirebilirsiniz.
Bir "Kanarya" olarak "Ejderha"ların şehrine konmak ne keyif. Ne Deniz Feneri davası ne Tayyip Erdoğan'ın salvoları ne AIG'in durumu ne Lehman Brothers'ın batışı ne de Merrill Lynch'in çöküşü. Futbol bu. Porto'da Fenerbahçe ile. Fiesta.
Bu "geyik" bitmez...

Futbol kadar üzerinde argo deyimle "geyik" yapılabilecek ne olabilir? Sevdalıları ve meraklıları hiç sıkılmadan saatlerce futbol üzerine konuşabilirle...

9.15.2008

öfke


Öfke
“Eşekarısı, açtığı yarada can verir” diye yazar, Romalı şair Virgilius... Öyledir.Kızdığında, adına yaraşır bir pervasızlık ve kamikaze pilotlarına taş çıkartan bir acımasızlıkla saldırır eşekarısı...Bu cinnet esnasında, düşmanın canını yakma sevdası, canından olma kaygısını unutturur.Ne pahasına olursa olsun karşısındakini yaralama saplantısına tutulur.Ve hasmını zehirleyen o yara, kendi kabri olur.Vızıldayarak iğneler ve akıttığı zehirde ölür.* * *Öfke, nefretten kör olmuş sahibini uçuruma doğru sürükleyen bir köpek gibi, koşar dörtnala..Asabiyetten titrerken, üzerine devrildiği her yeri yıkan bir metruk binadır.Aşırı özgüvenle, o özgüvenin karşılamaya yetmeyeceği ihtirasların çatışmasından doğan ve muhatabından önce sahibini yakan tehlikeli bir kıvılcım...Hasım bulamadığında kendini doğramaya başlayan bir bıçak...Hırsla ezikliğin öldürücü kokteyli...Ödlekliği gizleyen gürültülü bir battaniye...Düello süsü verilmiş bir intihar teşebbüsü... Hiddetin hızla şiddete dönüştüğü bir bilinç sakatlanması...* * *Genelde tedavi olarak yutkunma tavsiye edilir, sabır ilaçları, sinir yatıştırıcı kitaplar, müsekkinler verilir, ama öfke, fazlaca bastırmaya da gelmez aslında...Montaigne, Diogenes’ten aktarır ya:“Meyhanede kimseye görünmemek için ne kadar arkalara gidersen, meyhaneye o kadar girmiş olursun.”Öfke de öyledir.Derine itildikçe hepten içine işler insanın, gömüldüğü yeri, yani kalbi, zihni oyar bitirir...En iyisi, akılla kurulmuş bir dizginleme sistemidir.O yoksa, duvara doğru hızla giderken kapıdan ayağını çıkarıp fren görevi yapacak dostlar salık verilir.Onlar bazen hiddeti gönüllü üzerine çeken paratonerlerdir, bazen daha üst perdeden köpüren ruhani önderler...Onlar da bir öfke nöbetinde harcandılarsa... işte o zaman gidişat hepten kötü demektir. Basiret, boş yere bekler hatırlanmayı... Hatırlandığında ise, felaket çoktan kapıya dayanmıştır.* * *Umutsuz vakalar için en iyi tedavi, tarih kitaplarından istikbalini okumaktır.Orada, tutamadığı dilinin kurbanı olmuş, öfkeyle kalkıp hasarla oturmuş, hiddetle kabarıp şiddetle karaya vurmuş nice sinir sahibinin ibretlik öyküleri vardır.Haklı olup da öfkelerini gemlemeyi becerenler, zaman tanrısının insafına sığınırlarsa, o Kızılderili atasözünde olduğu gibi, “bir nehir kenarına oturup düşmanlarının cesetlerinin önlerinden geçişini izlerler.”Haksız öfkeliler içinse tek sığınak, pişmanlık kapısıdır.Özür, eşekarılarından beklenmeyecek bir liderlik cesareti ve erdemlerin en büyüğüdür.

9.14.2008

hayat


Gidene kal demeyeceksin. ..Gidene kal demek zavallılara,kalana git demek terbiyesizlere,Dönmeyene dön demek acizlere, Hak edene git demek asillere yakışırKimseye hak etmediğinden fazla değer verme,yoksa değersiz olan hep senolursun...Düşün...Kim üzebilir seni senden başka? Kim doldurabilir içindeki boşluğu sen istemezsen?Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen?Kim yıkar, yıpratır sen izin vermezsen?Kim sever seni, sen kendini sevmezsen?Her şey sende başlar, sende biter...Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme, tükettirme içindeki yaşama sevgisini...Ya çare sizsiniz yada çaresizsiniz.Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin,sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin,uçmayı biliyorsan düşmeyi de bileceksin,korkarak yaşıyorsan yalnızca hayatı seyredeceksin.